Görme Engelli Raporu Yüzde Kaç? – Tarihin Işığında Görmenin Ölçülmesi
Bir tarihçi olarak geçmişin aynasında bugüne bakarken, insanlığın “görme” kavramını yalnızca bir duyusal deneyim olarak değil, aynı zamanda iktidar, bilgi ve toplumsal düzen aracı olarak kurguladığını fark ederim. Bugün sıkça sorulan “Görme engelli raporu yüzde kaç?” sorusu, aslında sadece bir sağlık sorusu değildir; bu, insanın bedeniyle kurduğu tarihsel ilişkiyi, devletin bireyi nasıl tanımladığını ve toplumun “normal”i nasıl belirlediğini anlatan derin bir hikâyedir.
Antik Dönemlerden Başlayarak: Görmenin Anlamı ve Simgeselliği
Tarih boyunca görme, hep bilgelikle, tanrısal bilgiyle ve iktidarla özdeşleştirildi. Antik Yunan’da “görmek” bilmekti; “bilgi” ise gözle doğrulanan bir hakikat olarak kabul edilirdi. Bu dönemde “görme engeli” yalnızca fiziksel bir durum değil, metaforik bir anlam taşırdı — bir tür toplumsal ya da ruhsal “karanlık” olarak algılanırdı.
Ancak paradoksal biçimde, görmeyen bilge ya da kâhin figürleri, toplumun en saygı duyulan kişileriydi. Bu, tarihte ilk defa görmenin bir “güç” olduğu kadar, onun eksikliğinin de bir “bilgelik” olarak tanımlandığını gösterir.
Bir soru: Belki de asıl mesele “ne kadar görüyoruz” değil, “neyi görmeyi seçiyoruz”dur.
Orta Çağ: Körlüğün Günah, Merhamet ve Kaderle Özdeşleştirildiği Dönem
Orta Çağ’a gelindiğinde, görme engellilik algısı dini ideolojilerin etkisi altında şekillendi. Görme yitimi, ilahi bir sınav ya da günahın bedeli olarak görülüyordu. Bu dönemde “engelli” bireyler toplumdan dışlanmıyor ama “korunması gereken zayıflar” olarak konumlandırılıyordu. Kilise’nin yardım kurumları, “merhamet” adı altında engelli bireylere yönelik ilk sistematik destekleri sağladı — ancak bu destek aynı zamanda bağımlılık yaratan bir güç ilişkisiydi.
Bugün modern anlamda görme engelli raporu almak için belirlenen “yüzde” oranları, o dönemde kader ve inançla belirleniyordu. Gözün zayıflığı, ruhun bir yansıması olarak görülüyordu. Bilim, o zamanlar henüz insan bedenini ölçmek için değil, Tanrı’yı anlamak için kullanılıyordu.
Modernite ve Ölçüm Çağı: Yüzdelerin Yükselişi
19. yüzyılda tıbbın ve sanayinin yükselişiyle birlikte beden, ilk kez ölçülmeye başlandı. İnsan artık sadece ruhani bir varlık değil, aynı zamanda istatistiksel bir veri haline geldi. Bu dönemde “engellilik oranı” kavramı, devletlerin bireyleri kategorize etme araçlarından biri oldu. Görme engelli raporu için yapılan ölçümler, bireyin bir gözünün veya her iki gözünün görme keskinliği üzerinden hesaplanmaya başlandı. Tıbbi sınıflandırmalar, toplumsal kimlikleri yeniden tanımladı. Artık bir kişinin “ne kadar engelli” olduğu, sayısal bir orana dönüştü: %40, %60, %80…
Bugün “yüzde 40 ve üzeri” görme kaybı yaşayan bireyler, Türkiye’de yasal olarak “görme engelli” sayılmaktadır. Bu oran, kişinin kamu hizmetlerinden, eğitim haklarından, istihdam fırsatlarından ve engelli kimlik kartı avantajlarından yararlanabilmesini belirler.
Yani bir bakıma, modern devlet “bedeni” ölçerek “vatandaşlığı” tanımlar hale gelmiştir.
Tarihsel Kırılma: Görmeyi Ölçmek mi, Anlamlandırmak mı?
Sanayi Devrimi’nden dijital çağa geçişle birlikte, görmenin önemi katlanarak arttı. Görsel kültür, reklamlar, ekranlar, sosyal medya… Her şey artık “görülürlük” üzerine kurulu. Fakat görme engelli bireyler, bu sistemin içinde “görülmeyen” bir konuma itilme riskiyle karşı karşıya.
Bu noktada tarih yeniden bize sorar: İnsanın değeri, ne kadar gördüğüyle mi ölçülmeli?
Belki de görmenin tarihini anlamak, toplumun adalet anlayışını sorgulamak demektir. Çünkü “görme engeli” sadece bir bireysel durum değil, aynı zamanda toplumun kendi kör noktalarının aynasıdır.
Bir Tarihçinin Düşüncesi:
Tarihte her dönemde “eksiklik” diye adlandırılan şey, çoğu zaman toplumun önyargılarıyla şekillenmiştir. Bugün “görme engelli raporu yüzde kaç” diye sorduğumuzda, aslında modern dünyanın insan bedenini ölçme, sınıflandırma ve denetleme isteğini de sorgulamalıyız.
Sonuç: Görmenin Sınırlarını Aşmak
Görme engelli raporu, tıbbi olarak bireyin görme yeteneğini belirler. Ancak tarihsel olarak bu belge, toplumun insan bedenini nasıl tanımladığının, kimleri “tam”, kimleri “eksik” gördüğünün bir göstergesidir. Görmek, yalnızca bir göz eylemi değil; anlamak, fark etmek ve empati kurmakla ilgilidir. Tarih bize şunu öğretir: Her çağda insanlığın en büyük sınavı, gözle değil, kalple görebilmektir.
Peki biz, gerçekten görebiliyor muyuz — yoksa sadece bakmakla mı yetiniyoruz?